Sn. Ayşe Gülay Hakyemez’in blogu söyleşilerimizden 11 HAZİRAN 2012 PAZARTESİ
İçimizde oluşan “ikilik (dualité)” dediğimiz şeyi aşabilmek için yüksek bir şuur mu gerekiyor?
Dünyaya ve evrene kendi bedenimizin devamı gibi bakma, doğaya baktığında doğanın sırlarını görme, kendi varlığını doğada görme hali farkındalık halidir… Aydınlanmadır. Bu bütünlüğü, birliği anlamak için bir örnek vereyim: Bedenimiz… Tüm organlarımızın toplamıdır bedenimiz… Ayak “ben ayağım”, el “ben elim” demez. Ya da beyin “ben beyinim” diye bağırmaz. Bir ayağımız bir yöne, öbür ayağımız öbür yöne gitmez. Bedenimiz bir bütündür. El vücudun kaşınan yerini bilir, organlar arasında mükemmel bir uyum vardır. Evrende de öyledir… Her şey uyum içinde seyreder.
Kendimizle uyum sağlamak ise çelişkilerimizi ortadan kaldırmakla başlar. Bir tarafımızın istediği bir duyguya ya da bir isteğe diğer tarafımız karşı çıkıyorsa bu işi beceremedik demektir. Kendimizi tam olarak anladığımızda, bütün endişelerden, çelişkilerden, varsayımlardan kurtulup “kendimiz” olduğumuzda öz benliğimize iner, dünyayı ve evreni daha iyi anlarız. O zaman sadece bakmaz, görürüz. Gören, görülen, görme işlemi arasındaki ayrılık ortadan kalkar.Varlığı sınıflandırmadan, sınırlandırmadan var olduğu gibi görürüz.
Bunun için bir ustaya, bir yol gösterene ihtiyaç var mı?
“Usta”, yol gösteren, daha evvel o yoldan geçen, o yolları o konuyu bilen demek ise, ustayı tanıman gerekir değil mi? Gerçekten usta mıdır? O bilen adam mıdır? Test etmelisin. Gerçek bir usta talebe aramaz. Eğer yolu arayan biri, bir gün hocanın rehberliğini talep ederse bu yolda ilerlemesine rehberlik eder sadece… Talebe giderse de “niye gittin?” demez… Eğer bir usta seçilecekse o seni değil sen hocayı seçmelisin. Test etmelisin. Hoca seni zaten yolda test edecektir.
Usta sade bir insandır. Doğaldır, insanları etkilemeye çalışmaz. Onunla karşılaşanlar, görenler bir şeyler sezip etkilenirler. Gerçek bir usta kendini belli etmez, ustanın yaşamış olduğu süreç, geçmiş olduğu yollar, çektiği çileler sadece yüzünde bir tebessüm olarak kalmıştır. Bu tebessümden hocayı tanımak zordur… Usta günümüzdeki yaşam koçları ile karıştırılmamalıdır.
Hoca da kaybolabilir… ”Ben de kayboldum artık beni takip etme” diyebilecek hoca bulabilirsen gene şanslısın! En azından seni daha önce vardığı yere kadar getirebilir. Sen sonra yoluna yalnız devam edersin. Rehber seçimi çok önemlidir… Yanlış ve bilgisiz, deneyimsiz rehber dönüş olmayan yollara getirebilir kişiyi. Evrenden büyük hoca tanımadım.
“Satori” uyanma demekmiş… Uyanma nasıl bir şey?
Evet, Yaşamaya uyanma… Gidilen bunca yolun vardığı yerdir satori. Özetle insanın kendi zirvesine yaklaşma halidir denebilir. Satori bir hedef değil, bu sonsuzluk yolunda sadece bir durak olarak kabul edilmelidir. Satori hakkında çok bilgiye ulaşabilirsiniz, oysa gerçek satoriye ulaşmış birisinin bile tüm detayları ile yazdığı bir yazı okunup Satoriyi anlamak mümkün olmayabilir.
Bu sebeple zen budist manastırlarında yapılan eğitimlerden çok dojoda yapılan eğitimleri anlatmak istiyorum… Öğrenci Dojo‘ya geldiği zaman Aikido veyaKenjutsu gibi disiplinleri öğrenmek istiyordur. Dojoda bunları öğrenir. Yüzeysel olarak öğrendiği bu disiplinlerin derinine inmeyi talep ederse o artık öğrenci değil talebe olur, artık isteği değil talebi vardır. Talebeler diğer öğrencilerle bir arada çalışsa da teknikler daha çok içsellik ağırlıklıdır. Budist manastırlarında rahiplerin, dergahta dervişlerin yaptığı gibi dojonun bahçe, mutfak, temizlik, bakım işlerini yaparlar. Hoca talebelerinin yapılan bu işlerdeki davranışlarından ve diğer öğrencilerle, bitkilerle, hayvanlarla, eşyalarla olan ilişkilerini değerlendirir. Uyanık olup olmadığını anlar. Örneğin uyuyan bir talebe gördüğü bir kırık şişeyi olduğu yerden kaldırmaz, nasıl olsa birisi onu kaldırır diye düşünür… Hayata uyanan birisi ise olası bir tehlikeyi önlemek için derhal gerekeni yapar. Öncelikle düşünmeyi, doğru düşünmeyi bilmek gereklidir.
Ahmet Kösoğlu